Blog

Kocaeli Gelişirken 42 Evler Mahallemiz Neden Geriye Gitti?

Birgül Demirtaş

42 Evler (Körfez Mah.), sakin İzmit’in sakin mahallelerinden bir tanesi. Şehir merkezinde, İzmit Fuarı’nın hemen yanıbaşında. İzmit merkeze 3 km. uzaklıkta. Ben çocukken taşındığımız mahallemizde ne çok anım var. Çocukluğumun ve gençliğimin çoğu hatırası 42 Evler’de…  Alifuatpaşa’dan İzmit’e taşınmamızdan bu yana annemler hep aynı mahallede oturdu. Bir mahallenin 45 yıllık tarihine şahit olduk. Her zaman huzur buldum, her daim çok sevdim. Lisans yıllarımdan beri yaşadığım kalabalık megakentlerden sonra İzmit herzaman bir kaçış, biz huzur mekanı oldu benim için. Ve de güven içinde bir yaşam merkezi…

Ne var ki, kentimiz Kocaeli büyürken ve gelişirken, yaklaşık son 10 yıldır canım mahallemizin gözümüzün önünde nasıl geriye gittiğine şahit olmak üzüntü verici.

Kocaeli, üniversitenin büyümesiyle de doğru orantılı olarak hem nüfus hem sosyal etkinlikler açısından çok büyüdü. 1990’da 940.000’e yakın nüfusu barındıran kentte bugün yaklaşık 2 milyon kişi yaşıyor. Demografinin büyümesi, aynı zamanda, kentin sosyal yaşamını da etkiledi. Son yılların en büyük kazanımlarından birisi kent merkezindeki yürüyüş yolumuzun genişletilmesi oldu. Sekapark açıldı, Plajyolu yeniden düzenlendi. Şehir merkezinde yeni pekçok kafe açıldı. Tramvay seferleri başladı.

Yalnız ne var ki İzmit merkezde bu gelişmeler yaşanırken, nasıl ve neden olduğunu anlayamadığımız bir şekilde 42 Evler mahallemiz yaklaşık 10 yıldır geriye gitmeye başladı. Öyle ki, ne Büyükşehir Belediyesi ne de İzmit Belediyesi’nden yeterince ilgi görmemeye başladı.

Mahallemizin her iki belediye tarafından da unutulmasının en büyük etkisini öncelikle ulaşımda görmeye başladık. Önceden hem minibüs hem de belediye otobüsümüz vardı. Sonra birdenbire belediye otobüsü kaldırıldı ve kentin en eski dolmuşları mahallemize gönderildi. 94 nolu bir dolmuş hattı mahallemizle şehir merkezi arasında ulaşımı sağlıyor. Bu hatta çalışan minibüsleri gerçekten görmelisiniz. Çarpık çurpuk merdivenler, eski püskü koltuklar, bazı dolmuşlarda tutunacak hiçbiryeri olmayan kapılar, tek bir yerde “dur” butonu… Antik eserler müzesine kaldırılsa yeri var gerçekten. Aynı zamanda bu dolmuşlar, hamile, çocuklu, yaşlı ve engelli insanların binmesi için asla uygun değil. Ne çocuk arabasıyla binebilirsiniz ne de bastonla. Sapasağlam insanlar bile, o çarpık çurpuk merdivenlerden zor çıkıyor. Sanırım Türkiye’de bu kadar eski dolmuş çok az yerde kalmıştır. İzmit, Türkiye’de kişi başına düşen milli gelirin en yüksek olduğu il. Ancak mahallemiz bu zenginlikten hiçbir pay almıyor, alamıyor.

Üstelik sözkonusu minibüslerin saatleri oldukça seyrek. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi websitesinde kalkış saatleriyle ilgili bir liste var, ancak şoförler belirtilen saatlere uymuyor. Yarım saat, 45 dakika beklediğimiz oluyor.

Bir de güzergah meselesi var açıkçası. Eski güzel zamanlarda mahallemizin dolmuşları ve otobüsleri tüm şehir merkezinden geçerken son yıllarda tuhaf bir uygulama başlatıldı. Tren garı durağından sonra dolmuşlar E 5’e çıkıp, ancak 2 km gittikten sonra tekrar şehir merkezindeki yola giriyor. Bu durum, ne anlama geliyor? Eğer şehrin merkezinde işiniz varsa en yakın dolmuş durağına erişebilmek için 1 ila 1,5 km yürümeniz gerekiyor? Hamile, çocuklu, engelli ve yaşlı insanlar o kadar yolu nasıl yürüsün? Ya elinizde ağır çanta vs varsa? Neden yürüsün insanlar onca yolu? Eğer belediyelerimiz şehir merkezindeki trafiği rahatlatmak istiyorsa özel araçlara kısıtlama getirmeliler. Neden toplu ulaşım aracının şehir merkezindeki güzahı kısıtlanır? İnsan merak ediyor gerçekten.

Bir başka sorun da Sanayi Mah.’nin çok büyüdüğünün, şehir ulaşım planları yapılırken gözardı edilmesi. Kendi muhtarlığı, kendi camii olan mahallenin kendi dolmuşu/otobüsü yok. Son yıllarda zaten Sanayi’den kalkan dolmuşların çoğunluğu 42 Evler’e gelene kadar doluyor. Dolayısıyla bizim mahalleden binen insanlar, ayakta gidiyor. Ki bu insanların bir kısmı 65 yaşının üzerindeki komşularımız.

Bir de İzmit Fuarımızı anlatmasam olmaz. Canım Fuar’da nasıl güzel anılarım var. Hem Lunapark hem de her dedemler geldiğinde göl kenarında yaptığımız yürüyüşler, dinlediğimiz konserler, gittiğimiz tiyatrolar… Hayatımda ilk profesyonel tiyatroya İzmit Fuarı’nda gittim. İlk konseri de muhtemelen orada izledim. Bütün yıl dört gözle fuarın açılmasını beklerdik. Önce lunapark, sonra diğer kısımlar açılırdı. Tam da o zamanlarda okul kapanır, tatil başlardı. Adeta koşarak giderdik fuara. Fuar, 42 Evler mahallemize yürüme mesafesi. Onun için yaz aylarında her hafta en az bir kere mutlaka giderdik. Sonra nasıl olduğunu tam anlayamadığım bir şekilde İzmit Fuarı, Lunapark’a indirgendi. Belediyenin binaları Fuar’ın içine inşa edildi. Güzelim yemyeşil Fuar betonlaştı. Artık İzmit Fuarı’ndan geriye pek bir şey kalmadı. Umarım Fuar eskisi gibi yine capcanlı hale gelir. Şehirde soluklandığımız güzel Fuar’ımıza umarım yeniden kavuşuruz.

Başka bir sorunumuz, mahalledeki “dere”miz. Adına “dere” diyebilir miyiz emin değilim. Fabrikaların atıklarını akıttıkları suni bir “dere” var mahallemizde. Defalarca mahalle sakinleri tarafından şikayet edilmesine rağmen hala orada yanıbaşımızda zehir saçmaya devam ediyor. İklim değişikliğinin bu kadar hayatlarımızı doğrudan etkilediği bir zamanda, bu derenin tamamen kapatılmasını istiyoruz. Fabrikalar, kendi atıklarını evrensel standartlarda dönüştürmeli. Bizi zehirlemeye hiçbir fabrikanın hakkı yok.

Öte yandan, 42 Evler deyince elbette aklıma okulum gelir. Türk Pirelli İlköğretim Okulu’nda hem ilkokulu hem de ortaokulu okudum. 8 güzel sene. Hocalarımızın çoğunluğu çok iyiydi. Okul binamız 2,5 sene önce ne yazık ki yıkıldı. Neden yıkıldığını okuldaki yetkili isimler dahil kimse bilmiyor. Üstelik bina 1999 depreminde de herhangi bir zarar görmemişti. Zaten Sanayi Mah.’nde okul olmadığı için, oradaki tüm çocuklar Türk Pirelli İlköğretim Okulu’nda okuyordu. Okul mevcudu giderek kalabalıklaşmıştı. Şimdi tek binaya sıkışan tüm öğrenciler ve öğretmenler için hayat çok daha zor. İnşaat ise çok yavaş ilerliyor. Üzücü ve düşündürücü.

Sözün özü, kent yönetimleri, şehrin kaynaklarını tüm mahallelere adil dağıtmalı. İzmit’te ne yazık ki yatırımların çoğunluğu belli mahallelere yönlendirildi. Oralara hem yürüyüş yolları yapıldı; hem de hem belediye otobüsü hem dolmuş hem de tramvay hattı kondu. 42 Evler’deki canım mahallemiz yaklaşık son 10 yıldır hiçbir hizmetten pay alamadı.

Umarım yerel seçimler yaklaşırken belediyelerimiz 42 Evler Mahallemizi de hatırlar… Umut dünyası… Söz uçar, yazı kalır, belki paylaşmak ve üzerinde düşünmek hepimize iyi gelir. Olur ya belki belediyelerimizin yöneticileri gelip mahalle sakinlerimize kulak verir…

Küresel Bir Güç Olarak Tübingen

Birgül Demirtaş

Tübingen, Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinde 90.000 kişinin yaşadığı küçük mü küçük, ama şirin mi şirin bir şehir. Türkiye standartlarında düşündüğümüzde belki “kasaba” demek daha doğru bile olabilir.

Tübingen’ın bırakın küresel politikaları etkilemesini, Alman iç/dış politikasını kendi başına etkilemesi bile mümkün değil elbette. Ya da daha mütevazi olsak bile Baden-Württemberg eyalet politikalarını bile ne kadar etkilediği gayet tartışmalı… Kendi halinde dünya tatlısı bir şehir.

Ancak ne var ki sınırları içinde yaşayan herkesi mutlu edecek olağanüstü nitelikleri var Tübingen’ın. O yüzden benim gözümde kesinlikle hem yerel hem ulusal hem de kesinlikle küresel güç

İşim gereği farklı ülkelere seyahat etme imkanım oldu. Farklı şehirler, farklı kasabalar, hatta köyler gördüm. Hepsini ayrı ayrı sevdim, hepsine farklı açılardan hayran kaldım.

Ama nasıl diyeyim, Tübingen kalbimde bambaşka bir yere sahip.

Neden mi? İzninizle sizi Tübingen’a doğru bir yolculuğa çıkarayım ve dilim döndüğünce o muhteşem kendi küçük, kalbi büyük kenti anlatayım, gözünüzde canlandırmaya çalışayım…

Tübingen, Almanya’nın güneybatısında ve Stuttgart’ın yaklaşık 30 km. güneydinde bulunuyor.

Oğlumla birlikte pandemiye rağmen gitmeyi göze alarak, Tübingen’da, 2021 yazında olağanüstü bir üç ay geçirdik. İkimiz için de hem akademik olarak verimli geçti hem de olağanüstü huzur bulduk.

Tübingen, bir şehirde ne arıyorsanız herşeye sahip.

İnsan bir şehirden ne bekler? Öncelikle şehrin hem merkezinin hem de tüm mahallerinin yeşil olmasını bekler, uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı olmasını bekler, tarlalar olsun ister…

Biz ne kadar şanslıydık ki, Tübingen’ın en güzel mahallelerinden birinde, Waldhausen köyünün yakınlarında kaldık. Tübingen şehir merkezine otobüsle 15 dakika uzaklıktaydık. Yürüyerek 45 dakika civarında.

Etrafımız o kadar yemyeşildi, o kadar doğayla, o kadar tarla bahçeyle kaplıydı ki Erenciğim şunu sormaktan kendini alıkoyamadı: “Anne, ben hayatımda hiç bu kadar çok orman görmedim.” Benim yanıtım: “Ben de görmedim anneciğim.” Her bir yanımız olağanüstü doğayla örtülüydü. Cennet gibi bir diyardaydık adeta.

Evimizin hemen karşısında  tarlalar vardı. Buğday tarlaları, mısır tarlaları ve bakla tarlaları. Onların kenarlarında vişne ve erik ağaçları… Yaz ayları boyunca ekinlerin büyümesine ve sonra hasat zamanına eşlik ettik.

Waldhausen yakınındaki tarlalar

Üstelik tarlaların aralarında yürüyüş yolları vardı. Ne zaman canımız istese hemen yürüyüşe çıkıyorduk.

Tarlaları geçince de uçsuz bucaksız ormanlar başlıyordu. Öyle ki Tübingen’dan komşu kasabalara ormanın içinden dilerseniz yürüyerek, dilerseniz bisikletle gidebiliyordunuz. O yürüyüşlerimizden birinde ormanın içinde ufak bir şelale gördük. Nasıl olağanüstüydü doğanın harikalarıyla karşılaşmak. Saatlerce ormanın içinde yürüdüğümüz zamanlar oldu. Pardon “ormanın” ifadesi yanlış oldu, “ormanların” demem lazım. Zira her taraf ormandı.

Ormanlar ve tarlalar

Uçsuz bucaksız ormanlar… Sadece yeşil…

Sadece orman mı? Dahası da var. İlk günlerden birinde mutfakta yemek yaparken bir ses duydum, bir bakayım dedim, Allah’ım sokaktan bir at geçiyor sahibiyle birlikte… Nasıl mutlu oldum…

Waldhausen yüzlerce yıllık bir köy. Hala köy olarak kalabilmiş. Üstelik köydeki bazı çiftlikler Avrupa Birliği’nden destek alıyor. Waldhausen da hem inek çiftlikleri hem buzağıların kendi yuvaları ve at haraları vardı. Capcanlı bir köy hayatı… Biz neredeyse her gün o canım inekleri, dünya tatlısı buzağıları ve atları ziyaret ettik. Tübingen’dan da pek çok aile çocuklarını köy hayatını gözlemlemeleri için buraya getiriyordu. Çocuklar elleriyle buzağılara ot veriyordu.

Her yer orman…

Canlar

Canım atlar

Üstelik bazı çiftçiler haftanın belli zamanları kendi ürettikleri doğal gıdaları ufak dükkanlarında satıyorlardı. Ve elbette organik süt de vardı. Hem de teknoloji eşliğinde. Süt otomatları vardı. 1 Euro atıp, bir litre süt alıyorduk. O sütlerden yoğurt mayaladığım bile oldu…

Bir insan bir kentten başka ne bekler? Su bekler… O şehirde ya deniz, ya nehir, ya göl, bir su birikintisi, suyla ilgili bir şey olsun ister.

Tübingen şehir merkezindeki Neckar nehri dillere destan. Olağanüstü bir nehir. Üstelik nehrin yanıbaşındaki Neckar adası adı verilen alanda ağaçlarla kaplı bir kilometrelik bir yürüyüş yolu var. Adanın her iki tarafından da nehir akıyor. O upuzun yürüyüş yolunda dilediğiniz gibi yürüyün, koşun, banklarda oturup kuğularla ve ördeklerle yoldaşlık yapın.

Neckar nehri ve kuğuları

Ve en muhteşem bulduğum neydi, biliyor musunuz?  O yürüyüş yolu yemyeşil şekilde korunmuş yüzlerce yıl boyunca. Bir tane cafe vs. hiçbirşey yok. Ranta açılmamış, o doğal haliyle kalabilmiş. Ne mutlu Neckar’a… Ne mutlu Tübingen’da yaşayan insanlara. Doğayı korumayı başarabilmişler. En büyük zenginliğin doğa olduğunu unutmamışlar.

Nehrin kenarındaki Neckar adası

Neckar nehri kıyısı ve Hölderlin kulesi.

Üstelik Neckar, şehirle bütünleşmiş, hayatın bir parçası olmuş. İnsanlar, oraya özgü sandallarla geziyor, kayıkla keyfini çıkarıyor muhteşem Neckar’ın. 15 yaş civarındaki gençler bile tek başlarına kayıkla geziyor. Hava güzel olunca nasıl muhteşem manzarası var insanlarla ve kayıklarla, sandallarla dolu Neckar’ın.

Bir de yaşadığımız yerin yakınında bir ilkokul vardı. Okulun bahçesinde, 6 spor sahası vardı. 6 spor sahası… İnanamadık ilk başta Eren’le. Bahçede 6 spor sahası… Eren de o sahalardan doyasıya faydalandı.

Başka ne bekler insan bir kentten? Bir bilim yuvası olsun ister. Dünya çapında bilim üretilsin ister. Bilim insanları olsun, dünyanın dört bir yanından akademisyen ve öğrenci olsun ister. O da var, efendim.

Eberhard Karls Tübingen Üniversitesi, hem araştırmada hem de eğitimde mükemmelliği hedefleyen, ki Almanya’nın üniversiteler liginde en tepedeki üniversitelerden birisi (Exzellenzuniversität).

546 yaşında bir çınar Tübingen Üniversitesi. 1477’de kurulmuş. Alman felsefeci Friedrich Schelling, şair ve yazar Friedrich Hölderlin, büyük felsefeci Georg Friedrich Wilhelm Hegel hepsi Tübingen Üniversitesi’nde eğitim görmüş. Alzheimer hastalığını bulan Dr. Alois Alzheimer’ın da eğitim aldığı üniversitelerden birisi Tübingen olmuş. Bugüne kadar Tübingen Üniversitesi’nden 11 bilim insanı, nobel ödülü almış. Times Higher Education istatistiklerine göre dünyanın en iyi 86. Üniversitesi… Ufacık şehirde evrensel standartlarda bir üniversite kurulabilmiş ve yaşatılabilmiş. Elbette liyakat sayesinde…

Üniversitenin yaklaşık 28.000 öğrencisi var. Bunlardan 4000’i (%14) uluslararası öğrenci. Başka  bir deyişle kentin üçte biri öğrenci. Gençlerle dolu bir kent.

Ve üniversitenin, dünya çapında bilim üreten akademisyenlerinin olduğu çok güçlü bir Siyaset Bilimi Bölümü var. Melanchthonstrasse, 36 numaradaki o muhteşem bölümün ve bölüm kütüphanesinin akademik hayatımda hep ayrı bir yeri olacak.

Ve o üniversitenin olağanüstü bir kütüphanesi var. Hem basılı kaynaklar hem de elektronik kaynaklar da yok yok…

Biraz sıkıldım, azıcık dolaşayım Avrupa’yı derseniz, atlayın trene, Paris, Strasbourg, Zürih sadece birkaç saat uzağınızda. Üstelik yine tarlaların arasından yapacağınız keyifli bir yolculuk eşliğinde…

Ben uzun yıllar boyunca büyük kentlerde yaşadım. Hatta öyle ki doktora için Almanya’ya gitmeye karar verdiğimde sadece Berlin’e odaklandım.

Ama Tübingen kent tahayyülümü çok değiştirdi. Şehrin merkezinde her yere yürüyerek gidebileceğiniz, trafik ve kalabalık çilesi çekmeyeceğiniz, sizi doğayla bütünleştiren küçük kentler ve kasabaların aslında çok daha yaşanabilir yerler olduğunu gösterdi…

Oğlum ve ben, Tübingen’ı çok sevdik…

Neither “The End of History” Nor “The Clash of Civilizations”: What will Happen Afterwards?

Russian War in Ukraine and Rethinking of New Global Order*

Birgül Demirtaş


How did Russia’s war in Ukraine affect the global system? What kind of global order are we going to witness after the end of the war? What does the current war tell us about the future of the discipline of International Relations? This op-ed is seeking answers to these questions.

Beginning of the Russian invasion in Ukraine on 24 February 2022 is a critical juncture for the history of international relations.  Since the 1990’s the academic literature on the global system has been trying to analyse how the global system has changed radically after the end of the bipolar system. It has been argued that classical wars, traditional competition and fundamental actors are in the process of change and a new page was being opened in the history of humankind.

            However, we have once again witnessed the resurgence of classical warfare and military rivalry as well as resurrection of state as the fundamental actor as a result of aggressive foreign policy of Russia in Ukraine. Both Francis Fukuyama and Samuel Huntington were wrong when they tried to foresee the main dynamics of the global order. Fukuyama was wrong because liberalism did not triumph and history did not come to an end. Huntington was wrong because the main clashes did not occur among civilisations. At the end of the day, it was one again great power rivalry, competition on spheres of influence and “supreme geopolitical interests” defying humans and humanity that did occupy the center of the global system.

How did Russia’s war in Ukraine affect the global system? What kind of global order are we going to witness after the end of the war? What does the current war tell us about the future of the discipline of International Relations? This op-ed is seeking answers to these questions.

Change in the Global System

After the end of the bipolar system the American hegemony became the predominant force in global politics in the 1990’s to be replaced by a multipolar system in the 2000’s. As the gravity of global economy has been shifting to Asia,[1] G-8 was replaced by G-20,  BRICS and MIKTA were established and they became important indicators of the new multipolar global order.[2]

            As BRICS countries are getting more economic power, they also tried to have a greater role in global politics.[3] In that context, it is argued that as multipolarity is getting more apparent in the international system, the global order will become more democratic.[4]

            In this new global order it was the economic competition that mattered most. Actors were having an economic competition and trying to play a greater role in global politics. The predominant global actors were integrated to the neoliberal economic model. They were supposed to compete with each other according to the dynamics of the neoliberal economic system. In line with these developments a pluralist international system that was state-centered and based on rules, norms, values and institutions emerged.

            The economic competition among great powers was complemented by the cultural competition. Although English is still the lingua franca, the number of people learning Russian and Chinese is increasing as well. Now it is not just British Council, American Cultural Center or Goethe Institut, but Pushkin and Confucius Centers that are also having  a global impact.

            In other words, the emerging global order was evolving on the basis of neofunctionalism. As the commercial, technical and cultural relations among the countries increased, it was expected that the cooperation would spread to other areas and that a consensus would be formed on the continuation of the current world order. The change would be based on trade, and both great powers and emerging actors would defend the continuation of the existing system. Of course, in this process, minor revisions were made in the global system in line with the demands of the rising powers, for example, China’s quota in the IMF was increased.

Military Interventions of Great Powers

However, the economic and cultural rivalry was accompained by military and political competition that started in the late 1990s. Under the leadership of the USA, NATO’s military intervention in Serbia during the Kosovo War in 1999 was a good example of how the most basic principles of international law, especially the United Nations (UN) Charter, were violated. Vladimir Putin, who came to power in Russia in 2000, did not hesitate to frequently emphasize the trauma caused by the intervention in Kosovo. The Kosovo intervention, without UN Security Council approval, has exposed a major rift between the West, on the one hand, and Russia and China on the other hand.

Then, the 2003 invasion of Iraq, which was carried out by the USA without the approval of the United Nations Security Council, in violation of the most basic principles of international law, became another turning point. The weapons of mass destruction that US administration claimed that Iraq under Saddam Hussein had acquired were never found. The use of military force by a great power against another country based on unrealistic claims has greatly damaged the balance of the global system.

            NATO’s 2011 operation in Libya within the framework of its “responsibility to protect” was another breaking point. Both Russia and China showed how distant they approached the Resolution No 1973 by their abstention even if they did not veto it in the United Nations Security Council.

On the other hand, the military intervention carried out by the Saudi Arabian-led coalition in Yemen since 2015 showed that not only the global powers, but also the regional actors, who received the support of the big states they allied with, were violating the international law in the regions they saw as their spheres of influence.

            In the 2000s, the military interventions of great powers and regional actors, some completely contrary to international law and some controversial in terms of law and ethics, disrupted both the normative values and the stable structure on which the global system is based; in addition, the decline of democracies in many parts of the world, including in Western countries, has raised increasing questions about the future of the liberal system. The USA under Donald Trump and Hungary under Victor Orban showed the whole world how democracies are eroding even in Western countries.

Multipolarity – Bipolarity: Different Competitions at Different Levels

Russia’s military intervention in Georgia in 2008, then its recognition of Abkhazia and South Ossetia, its annexation of Crimea in 2014 and its invasion of Ukraine, which started on 24 February 2022, further increased the concerns about the stability of the current global system. In order to consolidate its regional hegemony and strengthen its global position, a major actor was staging military interventions in neighboring countries and trampling on the most basic sovereign rights of the neighbouring countries, by violating the most basic norms, values and rules of international law.

The Russian war in Ukraine was at the top of the agenda of both international media and Western countries. The fact that Ukraine has become victim of Russian aggression because of its Western-oriented foreign policy has led to increasing media attention. Ukrainian geographical position as a neighbour of European Union  member states contributed to the increase of global attention. The migration flow from Ukraine to Europe contributed to this process as well. Because of all these reasons, the war in Ukraine has drawn more attention in the global system than the wars in Iraq and Yemen.

In fact, when we consider what has happened since the early 2000s, we can better analyse the main challenges to global peace. Both some permanent members of the UN Security Council and some regional allies of these countries carry out military interventions when they deem it appropriate for their own interests. During these interventions most of the time they violate international law. Permanent members rely on their veto card, while regional powers gain strength from the protective umbrella of their global allies.

             If it is the case, countries that know that their violence will remain unpunished, at least in the military sense, are harming the global system and the international community without encountering any hindrance. Every military intervention takes away the lives of people who have played no role in the emergence of the conflict, leaving terrible pain and tragic lives behind.

At the same time, every intervention does irreparable damage to the decades-old infrastructures of cities and towns. In addition, it takes away the life of animals and all living creatures in nature. By causing irreparable damage to the ecological system, it further jeopardizes environmental security, which is already giving alarms worldwide due to the climate change. In this context, every military intervention, every war, every conflict in fact, gives terrible damage not only to that particular country, but to all humanity and the entire ecological system.

New Global Order After the War

Sooner or later, when Russia’s war comes to an end, what has happened in the last weeks will have some repercussions in the global order. First of all, it is possible to say that the political and military competition between the West and Russia will increase in the global system, and in this context, the system would tend to evolve towards bipolarity. While trying to increase its influence in the former Soviet geography, Putin’s Russia has repeatedly shown that it can prioritise its own interests and make use of military instruments in conflict zones such as Syria, which are important for global politics. It should not be forgotten that the occupation of Ukraine by the Moscow administration is a message given to the entire former Soviet geography, from Moldova to Kazakhstan.

In this process, BRICS countries did not act as a bloc until now and tried to follow a balanced foreign policy. While China, India and South Africa abstained on the decision of the UN General Assembly on March 2, which condemned Russia and demanded that its troops withdraw unconditionally from Ukraine as soon as possible; Brazil approved the decision. While the statements of the BRICS countries defend the sovereign rights of Ukraine, they also focus on the peaceful solution of the problem. China goes one step further in this regard, emphasizing Russia’s “legitimate security concerns” and positions itself somewhat closer to Russia in the conflict. Therefore, it can be stated that Russia could not get the full support of the BRICS member states in the Ukraine war. In this context, the emerging global system does not indicate a polarisation between the West and BRICS, but rather a polarisation between the West and Russia. The balanced attitude of countries that do not want to be a direct party to this polarization can be compared to the Non-Aligned Movement during the Cold War period, albeit partially.

            On the one hand, it can be stated that while the political-military rivalry continues in the bipolar dimension, the economic competition would continue on the multipolar level. China is expected to be the world’s largest economy in 2028. We can foresee that the economic competition between China and Western countries will continue.

Drawing Lessons from the Wars

Why didn’t humanity and the international community learn from hundreds of wars in history? Why are some actors still trying to realize their “national interests” by using military force despite all the bitter experiences? As long as the current structure of the global system tolerates the use of violence by some actors, this danger will always be with us.

            Perhaps the most important difference today from the past is the emergence of a global civil society. Despite all the oppression, thousands of people in dozens of cities, even in Russia, took to the streets to protest the war. Even on Russian state television, a protest message was broadcast live. From Spain to Pakistan, people all over the world took to the streets. The emerging global consciousness and global conscience will inevitably have a greater impact on decision-making mechanisms over time.

On the other hand, it is important to realize that war is still a tool of hegemonic masculine politics. The only female minister of the Russian Council of Ministers is the Minister of Culture. There are all male ministers in ministries dealing with security and foreign policy issues in Russia. According to the press reports, the Russian-Ukrainian delegations that carry out the negotiations to stop the conflicts consist only of men… However, the history of humanity shows how important it is for women to have a place in both the decision-making mechanisms and the negotiation committees in order to establish a lasting peace.

In Lieu of Conclusion…

Before concluding, I would like to underline that all these experiences are also a challenge for the discipline of International Relations (IR). More than a century after the first International Relations chair was established at Aberystwyth University in the United Kingdom in 1919, and thousands of books and articles have been published, the discipline still seeks answers to the most fundamental question: How do we prevent wars from breaking out? How do we build lasting peace? To find scientific answers to this question, scholars in the field must first remember these questions and concentrate their work on the answers to these questions.

*This is the English and edited version of my analysis published at Fikir Turu on 28 March 2022. I would like to thank the editors of Fikir Turu for giving me the permission to publish the English version of my op-ed. The link of the original article is as follows: https://fikirturu.com/jeo-strateji/ne-tarihin-sonu-ne-medeniyetler-catismasi-bundan-sonra-ne-olacak/


[1] https://valdaiclub.com/multimedia/infographics/asia-s-share-of-global-gdp/

[2] The acronym BRICS represents Brazil, Russia, India, China and South Africa. BRICS was established in 2010..

MIKTA represents Mexico, Indonesia, South Korea, Turkey and Australia. MIKTA was establishes in 2013.

[3] Andrew F. Cooper, The BRICS, Oxford University Press, 2016.

[4] Ziya Öniş-Mustafa Kutlay, “The New Age of Hybridity and Clash of Norms: China, BRICS and Challenges of Global Governance in a Postliberal International Order”, Alternatives, Vol. 45, No 3, 2020, p. 123-142.

BENİM İZLENİMLERİMLE BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜRÜ VE BOĞAZİÇİ RUHU

Prof. Dr. Birgül Demirtaş

POLS ’95

Yılbaşında yapılan atamadan bugüne kadar Boğaziçi Üniversitesi’nin kültürü, değerleri, akademik hayata katkılarıyla ilgili çok şey konuşuldu ve yazıldı. Bendeniz de bir mezunu olarak, bu analizlere, kendi perspektifimden, kendi tecrübelerimden esinlenerek naçizane  bir katkı sağlamak isterim.

Benim üniversiteye kadar tüm eğitim hayatım İzmit’te geçti. Türk Pirelli İlköğretim Okulu’nun ardından İzmit Lisesi’nde okudum. İkisi de devlet okuluydu. İyi hocalar vardı her ikisinde de. Ama gayet kötü hocalar da vardı ne yazık ki. İkisiyle de ilgili hem olumlu hem olumsuz anılarım var. Bu arada, lisede okurken sosyal bilimler okumak istediğime karar verdim. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne adım attığımda 16 yaşındaydım.

Yakın ailemde üniversiteye gitme şansına sahip olan ilk kişi benim. Dayımlar ve teyzem, 12 Eylül’ün o karışık ortamında üniversiteye gitme şansı bulamamışlar ne yazık ki. Dedem onları üniversiteye göndermeye cesaret edememiş. O yüzden olsa gerek evde hep annemden babamdan “Siz yeter ki okuyun, biz her türlü fedakarlığa hazırız”ı duyduk hep. Annem uzun yıllar bana hiçbir mutfak işi/ev işi yaptırmadı. Lisansı bitirene kadar da Türk kahvesi pişirmek dışında neredeyse hiçbir şey yapmadım. Annemin “Siz ders çalışın, başka birşey istemiyoruz biz” cümlesi hala kulaklarımda.

Ailede ilk ben üniversiteye gidebildiğim için olsa gerek, ben üniversiteyi kazandığımda anneannemlerle birlikte günler boyunca pasta börekler eşliğinde kutlamalar yapıldı birlikte.

Üniversitedeki kaydıma da annem, kardeşim, dedem, anneannem, iki teyzem ve iki dayımla birlikte gittik… O kadar büyük bir olaydı…

Kayıt gününde beni en çok etkileyen kampüsteki saygı ve hoşgörü ortamı oldu. Dün gibi hatırımda. Farklı siyasi görüşlerdeki öğrencilerden oluşan öğrenci kulüpleri, yanyana stand kurmuşlardı. Standlarda müzik de vardı. Ama her biri kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde müziğin sesini açmıştı. Çok etkilenmiştim o ortamdan. Farklılıkların yanyana birlikte olabilmesi, benim için Boğaziçi ruhunun hep bir parçası oldu. O kültür bizlerin sosyalleşme sürecini de mutlaka etkiledi.

Boğaziçi’nde ben önce hazırlık okudum. Gramerim fena olmadığı için orta düzeydeki kura başladım. Devlet lisesi mezunu olup orta düzeyden başlamak iyi mi oldu kötü mü oldu bilemiyorum. Ama şunu biliyorum: Zor oldu benim için hazırlığın ilk zamanları.

Dersler Çarşamba günü başlamıştı. Ben üç gün sonra, Cuma günü okulu bırakmaya karar verdim. Çünkü Hazırlık’ta derslerimize giren iki hocamız da tamamen İngilizce konuşuyordu. Evet ben gramer biliyordum, ama dinleme-anlama ve konuşma konusunda pratiğim çok sınırlıydı. Bırakın dersi anlamayı, verilen ödevleri bile anlamıyordum. Cuma günü İzmit’e gittim. Biraz düşünüp taşındıktan sonra annemlere okulu bırakmak istediğimi söyleyemeyeceğime karar verdim. “Biraz sabredeyim, sonra duruma bakarım” diye düşündüm.

İlk birkaç ay gerçekten çok zor geçti. Tamam Güney Kampüs olağanüstüydü, Bebek harikaydı. Ancak ne var ki kaldığım üniversite yurdunun zorluklarıyla hazırlığın meydan okumaları birleşince hayat, o olağanüstü kampüse rağmen, hiç kolay değildi. Kuzey’deki II. Kız Yurdu’nda kalıyordum. Odamız 8 kişilikti. 4 ranza, ortada ufak bir yuvarlak masa, 4 sandalye. Herkes odadayken kıpırdayacak alan yoktu neredeyse. Oda arkadaşlarımın hiçbirini önceden tanımıyordum. Bir oda arkadaşımızın kaprisleri, 7 kişiye de bir sene boyunca yetti de arttı bile… Büssürü tuhaf davranışın yanısıra saat gece yarısını geçse de ışığı kapatmıyordu. Ciddi uykusuzluk yaşadım ilk aylarda. (Bir de yurdun bir müdüresi vardı ki, o başlı başına apayrı bir yazı konusu olabilir.)

Uykusuz uykusuz gittiğim derslerde İngilizce’yle boğuşmak zor mu zordu… Sınıfta uykusuzluktan tam içim geçmişken hocamın bana söz vererek beni uyandırdığını hala hatırlıyorum.

İki hocam da çok iyi insanlar ve çok iyi eğitimcilerdi. Biz anlasak da anlamasak da onlar ısrarla sadece İngilizce konuşmaya devam etti. Şimdilerde bazı üniversitelerin hazırlık sınıflarında Türkçe konuşarak İngilizce öğretilmeye çalışıldığını duyunca garipsiyorum.

Gel zaman git zaman yurdun zorluklarına da İngilizce’ye de alıştım. Kütüphanede çok güzel İngilizce hikaye kitapları vardı. Bol bol onlardan da okudum. Hatta ödünç aldığım bir İngilizce hikaye kitabını Erdal İnönü hediye etmiş. O hatırayı düşünerek okumuştum o kitabı. Kütüphanede çalışmayı oldum olası çok severim. Hazırlıktan itibaren Boğaziçi Üniversitesi kütüphanesinde de çok keyifle çalıştım.

Birinci yılın sonunda Hazırlık’ı geçtim. Bölüme başladım. İkinci sene biraz daha okula alıştım derken, başka bir sorunlu oda ve bu kez İngilizce Siyaset Bilimi dersleri beni bekliyordu. İngilizce hikaye ve roman okumak güzeldi, ama İngilizce ders kitabı okumak, Siyaset Bilimi dersleri dinlemek farklıydı. Ona da alışmak bir süre gerektirdi. Ayrıca, ilk yıl seçmeli aldığım Felsefe dersini ABD’li bir hoca veriyordu. Teksas aksanıyla cebelleşmem gerekti ikinci dönemki bu derste. Birlikte bu dersi seçtiğimiz arkadaşlarım bıraktı, başka ders aldı. Ben “kalırsam kalırım, dünyanın sonu değil” diye düşünerek biraz da kendimle inatlaşmak için derse devam ettim. (Kalmadım, hatta iyi bir notla geçtim)

İlk yıl bazı zorunlu dersler iki şube açılmıştı. “Siyaset Bilimi’ne Giriş” dersini ben Üstün Ergüder Hoca’dan aldım. İsteyen öğrenci istediği şubeyi seçerdi. Birinci sınıfta bile seçerdi. En baştan itibaren bizim seçme özgürlüğümüz vardı. Seçmeli bölüm dersleri, fakülte dersleri, üniversite dersleri vardı. Tüm eğitim sistemi, öğrencinin dilediği şekilde kendisini yetiştirebilmesi üzerine kuruluydu.

Yıllar sonra ben hoca olduğumda, çalıştığım bazı kurumlarda seçmeli dersler konusunda öğrencilere hangi şubeyi seçecekleri dayatıldığında ya da binbir zorluk “yaratılıp” seçme şansları sınırlandırıldığında hep mücadele ettim. “Boğaziçi kültürü”nü ve öğrenciye seçme şansı vermenin, “sınıflarda kontenjan eşitleme”den daha önemli olduğunu savundum. Hala da savunuyorum.

Üstün Hoca aynı zamanda bölüm başkanımızdı. İlk yıla ait hatırladığım en güzel, en olağanüstü anılardan biri Üstün Hoca’nın biz bölüm öğrencileriyle yaptığı toplantıydı. “Nasıl bir bölüm istiyoruz? Bölümden neler bekliyoruz? Bölüm bizden neler bekliyor?” özgürce konuştuk değerli hocamızla. Ne ilkokulda, ne ortaokulda ne de lisede bir kez bile bizlerin ne düşündüğüne önem verildiğini hiç tecrübe etmedim. Hiç öyle bir hatıram yok. Klasik devlet okullarının ardından Boğaziçi’nin öğrenciye her daim saygı duyan o kültürünü o toplantı sırasında olağanüstü bir şekilde deneyimledim. Çok mutlu oldum… İyi ki buradayım, iyi ki bu değerli kurumun  öğrencisiyim dedim… 5 sene boyunca bunu hep söyledim…

Ben 1990’da üniversiteye başladığımda rektör Ergün Toğrol’du. İTÜ’den bir hoca, 1982’de Boğaziçi’ne rektör atanmıştı. İlk duyduğum andan itibaren anlamakta zorlanmıştım. Okulumuzda o kadar değerli hoca varken neden İTÜ’den rektör? 1992’de rektörlük seçimleri oldu ve bölüm başkanımız Prof. Üstün Ergüder, hocalarımızın oylarıyla Rektör seçildi. Çok mutlu olmuştum: Bölümden, üstelik dersini aldığım ve çok sevdiğim bir hocamın Rektör atanmasına.

Üstün Hoca Rektör olur olmaz bir vizyonla yola başladı: Boğaziçi’ni hem eğitimde hem araştırmada Mükemmeliyet Merkezi yapmak. Üç sene içinde okulun çizgisinin daha yükseldiğini tecrübe ettim. Kampüs’te de değişim başlamıştı. Güney’deki spor sahası yeşil alan olmuştu örneğin.

Üstün Hocamız anılarını kitap olarak yayınladı. Herkese öneririm. Harika bir anı kitabı: Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında. Boğaziçi Üniversitesi’nde Başlayan Yolculuk, Doğan Kitap, 2015.

Ben okulumu ilk günden itibaren çok sevdim. Hem bölümden hem de fakülteden çok değerli hocaların derslerini aldım. Evrensel standartlarda eğitim verdi Boğaziçi verdi bize. Bununla kalmadı, kendimizi geliştirebileceğimiz kulüplerde sosyalleşme imkanı tanıdı.

O kampüste öğrenci olan herkese değer verilir. Hoca “efendi”, öğrenci “köle” değildir. Herkes birbirini dinler, konuşur, tartışır. O kampüste medeniyet vardır.

Düşündüğümde en çok özlediklerimden biri de kantin sohbetleri… Türkiye’nin dört bir yanından en iyi öğrencilerin geldiği bir üniversitedir orası. “Memleket nasıl daha iyiye gider”, “dünya için neler yapabilirim”, “kendimi nasıl geliştirebilirim”… Pekçok şey birlikte konuşulur, tartışılır… Oradaki kantin sohbetlerini, mezun olduktan sonra hiçbir başka kantinde o ölçüde duymadım.

Nedir Boğaziçi’nin farkı? Nedir Boğaziçi kültürü denen şey?

Bir mezunu olarak Boğaziçi’nin farklılıklarını şu şekilde açıklayabilirim:

Öncelikle, o kampüste farklı görüşlere saygıyla yaklaşılır. Derslerde akademik tartışmalar yapılır. Hiçkimse size belli bir görüşü, belli bir ideolojiyi dikte ettirmeye çalışmaz.

O kampüste öğrenciye saygı duyulur. Öğrenciye değer verilir. Hocalar, öğrencilere saygıyla davranır. Ellerinden geldiğince destek verir.

O kampüste evrensel standartlarda eğitim verilir. Eğitime de araştırmaya da eşit derecede önem verilir. Hocalar sadece kendi bilimsel çalışmalarına değil, aynı zamanda derslerine de önem verir. Dersler zamanında yapılır. Yapılamayan derslerin mutlaka telafisinin yapıldığını da çok iyi hatırlıyorum. Eğitim ve araştırma dengeli bir şekilde yürütülür.

O kampüste her derse girdiğinizde liyakatin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlarsınız. Hocalarımız, liyakate uygun olarak seçilmiş, çok değerli bilim insanlarıydı. Herbirinin yurtdışı tecrübesi vardı. Hepsi hem alanlarında çok iyiydi hem de çok iyi İngilizce bilirlerdi.

O kampüste hem ders seçiminde hem de kendini geliştirmede öğrencilere inisiyatif verilir, dayatma yapılmaz.

Ben Boğaziçi’nin bu özelliği nedeniyle 2. sınıftan itibaren seçmeli derslerimin bir kısmında Almanca’yı seçebildim örneğin. 5 dönem boyunca Almanca dersi alabildim. Son sene Alman bir hocamız vardı. Özellikle ondan çok şey öğrendim. Mezun olduğumda orta düzeyde Almancam olabildi seçmeli ders imkanı ve değerli hocalarımın emekleri sayesinde.

Sadece Almanca değil, başka dillerde de seçmeli dersler vardı Boğaziçi’nde. Örneğin Japonca derslerini veren bir Japon hoca vardı. Japonca’yı seçip bu dersi alan arkadaşlarım vardı.

Bir de elbette, yazmadan olmaz: O kampüs olağanüstüdür. O yeşillik, o eşsiz doğa, Petek, Manzara, Hisarüstü her mevsimde, günün gecenin her saatinde ayrı bir güzeldir.

O kampüs büyülüdür ve sürprizlerle doludur. Bir yaz gece yarısında siz Manzara’da otururken Ahmet Kaya karşınıza çıkabilir mesela. Kampüsün önündeki büfeden alışveriş yaparken Zeki Alasya’yla karşılaşabilirsiniz… Her daim sevdiğiniz bir sanatçıyla karşılaşabilirsiniz…

O kampüs sadece hocalara, öğrencilere, çalışanlara değil, aynı zamanda kampüsteki can dostlara da aittir. Çok kedisi ve köpeği vardır kampüsün. Maskot köpeğimiz Tripot hala aklımda. Öğrenciler bakar, besler, her daim ilgilenir kampüsteki can dostlarla…

O kampüsten mezun olmak mutluluktan daha fazla hüzün verir insana. Biliyordum ve de zaten mezun olduğum günden beri de tecrübe ediyorum ki dışarısı Boğaziçi gibi değil. Oradaki o medeniyet, karşılıklı saygı ve liyakat, ne yazık ki çalışma hayatında herzaman yok.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu Hocamız mezuniyet töreninde bizlerle sohbet ederken, Boğaziçi’nde öğrendiklerimizin 30 sene sonra belki fazla bir anlamının kalmayacağını, yeni yaklaşımların, yeni fikirlerin ortaya çıkacağını, ancak bize 4 yıl boyunca verilen eğitimin ileride kendimizi geliştirmemize imkan vereceğini söylemişti. Hocamız çok haklı çıktı.

Kitaplığımı karıştırırken Boğazi Üniversitesi’yle ilgili olarak 1992’de hazırlanan bir kitapçığı buldum. Saklamışım. Oradan kısa alıntılar yapmak isterim.

Kendisi de Boğaziçi mezunu olan Fakülte Sekreterimiz S. Hatıra Şenkon okulumuzu ne güzel anlatmış:

“Herşeyden önce Boğaziçi Üniversitesi, çatısı altında yetiştirdiği tüm insanlara “birey” olarak özgür ve yeteneklerini ortaya koyabilecek bir ortam yaratarak, birey olarak farklı, toplumun içinde uyumlu ve daima ideali hedefleyen insanlar yetiştirmeyi amaçlamaktadır.” (Boğaziçi Üniversitesi kitapçığı, 1992, s. 39)

“Boğaziçi Üniversitesi’nin Benzersiz Ortamı” başlıklı bölümde de okuldaki ortam şu şekilde ifade edilmiş:

“Yarının dünyasında düşünen, düşündüğünü ifade edebilen, hatta düşündüğünü birden fazla dilde ifade edebilen insanlara gereksinim büyüktür. Yarının dünyasında özgür düşünen, insan haklarına saygılı, insani değerleri benimsemiş bireylere gereksinim büyüktür. Boğaziçi Üniversitesi iyi olmak çabasını sürdürecektir. Öğretim üyelerimiz, öğrencilerimiz ve üniversite yönetimi bu çabanın bilincindedir. Bu idealin karşılıklı sevgi ve saygı içinde, fakat çok sesli bir ortamda gerçekleştirilebileeğine inanıyoruz.”  (Boğaziçi Üniversitesi kitapçığı, 1992, s. 14)

Okulumdaki akademik ve insani ortamı mezun olduğum günden bu yana her gün daha çok özlüyorum…

Evrensel standartlarda eğitim veren ve yayın yapan üniversiteler, bir ülkenin iyiye gitmesi için olmazsa olmazdır. Boğaziçi bu anlamda köklü tarihi olan önemli bir rol modeldir.

Şurası kesin ki ben en çok Boğaziçi’ni sevdim…

İnsan Güvenliği, Sağlık Güvenliği ve Hal-i Pür Melaller

Birgül Demirtaş

Aslında geçtiğimiz  Kurban Bayramı da diğer bayramlar gibi başlamıştı. Tüm aile Adapazarı’nda anneannemlerin evinde biraraya gelmiştik. Dayılar, yengeler, kuzenler, kuzen çocukları hepimiz biraradaydık. İçimizde iki ay önce kaybettiğimiz Kıymet Teyzemin acısı vardı elbette. Herşeye rağmen hayata devam etmek için anneanneme ve büyük teyzeme moral vermeye çalışıyorduk… İyi ki çocuklar vardı. 1 yaşındaki ve 6 yaşındaki kuzen çocukları herşeye rağmen bizleri gülümsetiyordu.

            Normalde o akşam İzmit’e geri dönecekken annemin isteği üzerine bir gece daha kalmaya karar verdik.

Ben sabaha karşı teyzemin sesiyle uyandım. Anneannem rahatsızlanmıştı. Titreme ve düşük tansiyon… Biraz da ateşi vardı. Bir ılık duştan sonra uyudu anneannem güzelce. 11 gibi kalktığında tansiyonu hala düşüktü. Ayağa kalkabilecek hali yoktu. 112’yi çağırmaya karar verdik. Acil servisle önce Toyota hastanesine kaldırıldı, ardından daha ileri tetkikler için Sakarya Eğitim Araştırma Hastanesi’ne sevk edildi.

            Sakarya Eğitim Araştırma Hastanesi’nde birkaç saat kaldı anneannem. Acil servis inanılmaz kalabalıktı. Geçirdiğimiz saatlerin sonunda acil servisteki nöbetçi doktor, anneannemin kalp krizi geçirme tehlikesi olduğunu, kendi hastanelerinde ve Adapazarı’ndaki devlet ve özel tüm hastanelerde yoğun bakımın dolu olduğunu, İzmit’te bir özel hastaneyle konuştuklarını ve oraya sevk edebileceklerini söyledi.

“Tamam” demek dışında bir şansımız yoktu. Anneannemin durumuyla ilgili ısrarla hastanedeki kardiyologla konuşmak istedik. Ancak kendisi bu ricamızı kabul etmedi. Acil servis doktoru dışında hiçbir doktorla görüşüp bilgi alamadan, anneannem ambulansta, bizler de arkasından otomobille İzmit yoluna düştük…

            İzmit’teki özel hastanede anneannemi yoğun bakıma aldılar. Ertesi sabah hastanenin yoğun bakım servisinin önündeydik. Anneannemin durumuyla ilgili bilgi almak için hemşireyi aradık. Kendisi, anneannemin anjiyoya götürüldüğünü söyledi.

Bir an yakınları olarak  birbirimize baktık!!! Dört sene önce anneannemi Ankara’da kardiyoloğa götürdüğümüzde “Teyzeyi anjiyo yapmamız lazım. Ancak bu yaşta anjiyo yapmak çok riskli. İlaçlarla idare edeceğiz.” demişti. Aradan 4 sene daha geçmişken, anneannem 4 yaş daha almışken, apar topar anjiyo… Nasıl mümkün olabilir?

Üstelik bize hiç sormadan, risklerini anlatmadan, bizden izin almadan nasıl anjiyo kararı alınıyordu?

Hastaneye girerken, karınca yazısıyla yazılmış milyon sayfayı imzalamak zorunda kalmıştık, ama bir operasyon öncesi bize haber verilmesi gerekmiyor muydu?

            Kafamız çok karışıktı ama beklemekten başka yapacak birşey yoktu. Biraz bekledikten sonra anjiyoyu yapan doktor bizleri yanına çağırdı. Yakınları olarak dördümüz beraber doktorun odasına girdik. Doktor oturuyordu. Hepimiz ayaktaydık ve tüm konuşma boyunca ayakta kalmaya devam ettik. Doktor üç damarın tıkalı olduğunu, bu şekilde kalmasının riskli olduğunu, bypass önerdiğini söyledi. Stent takmaya çalıştığını, 20 baloncuk harcadığının, bu baloncukların herbirinin maliyetinin 300 TL olduğunu söyledi. Duyduklarımıza inanamadık, “koyun can derdinde, kasap et derdindeydi.” Biz canımız anneannemizin hayatını düşünürken, doktor maliyet hesabına girişmişti. Tıp ve iktisat farklı bilim dalları değil mi, yoksa?

Bu arada, ilgili doktor, bize anneannemin başka bir rahatsızlığı olup olmadığını, daha önce ameliyat geçirip geçirmediğini sormadı bile.

Normalde normal hastanelerde bu yaştaki bir hastaya böyle kritik ameliyat yapılacağı zaman konsültasyon yapılır. Farklı branşlardan doktorlar biraraya gelir, hastanın durumunu değerlendirirler. Ameliyatın risklerini ve olası faydalarını birlikte değerlendirirler. Aileyi bilgilendirirler. Yakınlarımın farklı rahatsızlıkları dolayısıyla bu süreçleri biraz öğrendim.

Türkiye’nin farklı kentlerinde 26 şubesi olan sözkonusu hastaneler grubunun İzmit’teki hastanesinde ise böyle bir durum sözkonusu değildi. Bu yaşta (nüfus cüzdanına göre anneannem 92 yaşındaydı, ancak anneannem anne babasının onu okula göndermemek için yaşını biraz büyüttüklerini söylüyordu. Dolayısıyla, anneannemin gerçek yaşını hiçbirzaman tam bilemedik. Sadece tahmin etmeye çalıştık.) Biz yakınları olarak doktora bypass yapılmasının riskli olup olmadığını sorduk. Doktor, tek cümle söyledi: “Yüzde 90 başarılı olur”. Neye göre bu rakamı söylediği meçhuldu tabii.

Doktora hiç güven duymadık. Anneannemin anjiyo görüntüsünü tanıdığımız farklı hastanelerden, farklı şehirlerden kardiyologlara gösterdik/gönderdik. Hiçbiri bypass önermedi.

Tavsiye üzerine İzmit’teki başka bir özel hastanedeki “meşhur” bir kardiyologdan randevu aldık. Anneannem hala yoğun bakımda olduğu için onu götüremedik, sadece elimizdeki sonucu gösterebildik. Doktor, bypass’ı kesinlikle önermediğini, ancak stent’i deneyebileceğini söyledi. Güven duyduk kendisine. Gerekli tetkiklerden sonra bu işlemi yapacağını düşündük.

Ertesi gün anneannemi “güven duyduğumuz” kardiyoloğun çalıştığı özel hastaneye yatırdık. Nakil sırasında birkaç dakika anneannemi gördük. Kısa ama çok tatlı sohbet ettik.

Görevliler, anneannemi ikinci hastanenin yoğun bakımına alırken, ben “daha dün anjiyo olduğunu” hatırlattım. “Tamam” dediler. Anjiyo evraklarını hemşireye verdik.

Doktorun muayene edip bize bilgi vereceğini sanıyorduk. Öyle olmadı ne yazık ki… Bu doktor da hayatında ilk kez gördüğü hastaya hemen anjiyo yapmış, üç stent takmıştı. Anjiyo öncesinde bu hastanede de bize hiç bilgi verilmemişti. Tüm çabalarımıza rağmen arka arkaya bu kadar kötü hekimlere denk gelmiştik…

Sonrasında duygularımız bir uçtan öbür uca savruldu. Bir gün iyi haberler, bir gün kötü haberler verdi doktorlar. Yoğun bakımdan sorumlu doktor, kalbi dahil tüm organların çalışmasıyla ilgili sıkıntı var derken; anjiyoyu yapan kardiyolog kalbinin gayet iyi çalıştığını, böbrekler başta olmak üzere diğer organlarda sorunlar başladığını söyledi. Hangi doktora inanmalıyız, bilemedik…

15 Ağustos’ta, ikinci anjiyodan 12 gün sonra kardiyolog bizi çağırıp anneannemi yoğun bakımdan taburcu edebileceğimizi söyledi. Önce normal servise çıkartılmasını, birkaç gün gözlem altında tutulmasını rica ettik. “Korona çok arttı, en güvenli yer ev ortamı olur. Korona kaparsa tüm emekler boşa gider” deyince ambulansla Adapazarı’ndaki evine götürmekten başka çaremiz yoktu…

Canım Anneannem evinde sadece bir gece kalabildi. O süre içinde teyzemlerle sohbet etti, yeni çiçek açan menekşeyi gördü, hastane anılarını anlattı…

Ertesi gün akşamüstü ne yazık ki tekrar rahatsızlandı. Yine 112, yine ambulans. Bu kez Adapazarı’nda bir özel hastaneye kaldırıldı. Yine 12 gün önce olduğu gibi Adapazarı’nda hiçbir hastanede yoğun bakımda boş tek bir yatak yoktu.

Bunun üzerine yine İzmit’teki hastanelere ulaşıldı. Öncelikle elbette 12 gün boyunca tedaviyi yapan hastaneye ve doktorlara ulaştık. Yoğun bakımda hiç yer olmadığını söylediler. Gerçekten yer yok muydu, geriye dönük düşününce, hiç emin değilim.

Sadece o hastanede değil, İzmit’teki hiçbir özel ve devlet hastanesinde yoğun bakım servisinde yer yoktu. 1 Ağustos’ta Adapazarı’nda tüm yoğun bakım yatakları doluydu. 16 Ağustos’ta bu kez hem Adapazarı hem de İzmit’teki tüm yoğun bakımlar doluydu. 12 saat boş yatak aradık anneanneme.

Sonuçta Kocaeli’nin Körfez ilçesinde bir hastanenin yoğun bakımına kaldırıldı anneannem. Kuzenime bir akşam önce “Burak, ben iyiyim” diyen anneannemi, ne yazık ki kaybettik… Belki hiç doktora götürmesek ya da o anda Ankara-İstanbul’a gitsek yaşayacak anneannem İzmit’teki iki özel hastanenin sorumsuz doktorları yüzünden hayatını kaybetti…

Bir Not: İlk gittiğim özel hastane, epikriz raporu ve kalp eko raporunu taburculuk işlemleri sırasında, bayram tatili olduğu için verememişti. Bayramdan sonra verebileceklerini söylediler. Bayramdan sonra gittim. Bu kez, “Doktor yıllık izinde, ancak o verebilir” dediler. Başka bir kardiyologla konuştum. Kendisi bazen eko çekilse de rapor yazılmadığını söyledi. “Mesela ben bu sabah 7 hastaya eko çektim. Hiçbirinin raporunu yazmadım. Rapor yazmak ekonomik değil” dedi. Anjiyoda maliyet hesaplayan kardiyolog mu istersiniz, eko raporu yazmanın maliyetini hesaplayanını mı istersiniz. Malum hastanede hepsi vardı…

Ben sonra yine o hastaneye gittim. Doktor bu evrakları verebilmek için bir devlet hastanesinden resmi yazı gerektiğini söyledi!!! Hasta haklarına ulaştım. Fayda etmeyince hastanenin İstanbul’daki genel merkezine yazdım. Hasta hakları biriminden yetkili epikriz raporunu adresime gönderdiğini, ancak eko çekilmemiş olduğunu söyledi.  

Aradan üç hafta geçtikten sonra öğreniyordum ki kardiyolog, eko çekmeden anjiyo yapmıştı. Benim benzer rahatsızlıkları olan yakınlarımdan bildiğim kadarıyla anjiyo öncesi eko mutlaka çekilmeliydi oysa ki.

Ben hasta hakları birimindeki yetkiliyi aradım ve eko çekilmediğine dair kısa bir yazı rica ettim.

2,5 saat sonra ilgili yetkiliden epostama bir mesaj gelmiş ve eko raporu da mesaja eklenmişti! 8 satırlık, 34 kelimelik bir eko raporu… Çekilmeyen eko’nun raporu vardı elimde…

Sözün bittiği yer… Tek gerçeklik, hiç doktora gitmeyip evde tedavi etsek yaşayabilecek anneannem, 6 hastanedeki tedavinin ardından artık yoktu… Sözün bittiği yer… Geride kalan büyük bir boşluk ve tarifi imkansız bir acı…

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Mansur Yavaş’a Açık Mektup

Birgül Demirtaş*

Sayın Başkan, öncelikle seçim başarınızdan dolayı tebrik ederim.

1997’den beri Ankara’da yaşıyorum. Aradan geçen 22 yılda kentin yaşadığı değişim ve dönüşümlerin birebir tanığı oldum. Bu naçizane mektupla size kentle ilgili görüşlerimi sunmak ve önerilerimi iletmek isterim.

Ankara, dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde bulunan medeni pekçok kentle kıyaslandığında ciddi sorunları olan ve kent sakinlerine ciddi cefalar çektiren bir kent.

Dilerseniz önce toplu ulaşım meselesinden başlayayım. Metro ulaşım ağının uzunca bir bekleyişten sonra birkaç yıl önce genişletilmesi olumlu bir gelişme olsa da karayolundaki toplu ulaşım hala ciddi sıkıntılarla dolu.

Öyle ki yerel yönetim seçimlerinin “ölüm-kalım” meselesi olmasına ben bu noktada katılıyorum, çünkü ister dolmuş, ister midibüs, ister özel halk otobüsü, isterse belediye otobüsü olsun, herbiri bizler için ciddi bir güvenlik riski oluşturuyor. Her gün dört kez kullandığım toplu ulaşımda günde kaç kez kaza riski atlattığımı saymayı düşündüm bir ara, sonra vazgeçtim, çünkü sayılamayacak kadar çok kaza riski yaşıyordum/yaşıyorduk her gün Ankara sakinleri olarak.

Toplu ulaşım şoförleri hangi kriterlere göre seçilir, ya da kriter var mıdır, göreve kabul edildikten sonra hizmetiçi eğitim görürler mi, hiç bilemiyorum. Sadece yaşadıklarımı biliyorum. Varsa bile o kriterlerin varlığını hissedemiyorum.

Yaşadıklarımın özeti şu şekilde: Sabah seferim önce dolmuşla başlıyor. İlk duraktan biniyorum çoğunlukla. Dolmuş şoförü tam sigarasını yeni ateşlemişken binmiş oluyorum bazı sabahlar. Mücadele bu noktada başlıyor. Sigara içmemesini rica ediyorum, genelde itirazsız söndürüyorlar. (Ama halk otobüslerinde bu konuda inatlaşma var. Şoförler söndürmemekte direniyor, söndürseler bile size bağırıp çağırabiliyor.) Sonra bir 10 dakika kağnı hızında gidiyoruz, çünkü şoför yolcu toplamaya çalışıyor. Bu arada, kaptan, bir yandan aracı kullanırken bir yandan da whatsapp mesajlarını kontrol ediyor. Evet yanlış duymadınız, bir yandan dolmuşu kullanırken öte yandan cep telefonu mesajlarını kontrol ediyor, bir yandan da binen yolculardan para alıp üstünü veriyor… Üç iş aynı anda… Dünyanın en becerikli insanı bile aynı anda bu kadar şeyi birarada yapamaz diye düşünüyorum bu manzarayla her karşılaşmamda. Ve Ankaralı dolmuş şoförlerinin Guinness Rekorlar Kitabı’na girebileceklerini düşünüyorum!

  1. Yıl’a ulaştığımuzda ise “ralli” yarışı başlıyor. Çünkü dolmuş artık epeyce yolcu almış olsa da güzergahın üzerindeki halk otobüsleri, belediye otobüsleri ve diğer dolmuşlarla yarışmaya başlıyor şoförümüz. Bu yarışın adı “yolcu kapma yarışı”. Yolcular genelde kendi aralarında tehlikeli gidişata söylense de şoförü uyaran çok az kişi oluyor. Ben onlardan biriyim. Sakin gitmelerini ve hız kurallarına uymalarını rica ediyorum, ama genelde hiç kaale almıyorlar, hatta bazen özür dileyeceklerine söylenebiliyorlar.

Bunun tabii sonuçları oluyor. Akşam dersi çıkışında karlı bir havada metro çıkışı evime ulaşmak için bindiğim belediyenin ring otobüsü, buzlu yollara rağmen hız yapmaya kalkınca yoldan çıkmıştı ve apartmana çarpmak üzereyken son anda durabilmişti. Şans eseri durabilmişti. 1 Ekim 2015’te Dikimevi’nde otobüs durağında beklerken belediye halk otobüsü şoförünün öldürdüğü 12 insan ise bu kadar şanslı olamamıştı.

Toplu ulaşım şoförlerinin kuralları ihlalini sadece hız sınırlarını ihlal olarak düşünmeyiniz lütfen. Aynı zamanda kırmızı ışıkta mümkün oldukça durmama gibi alışkanlıkları var tüm toplu ulaşım şoförlerinin. Ara yollardaki trafik ışıklarında çoğunlukla durmuyorlar, anayolda da durmamak için tüm fırsatları değerlendirmeye çalışıyorlar. Çukurambar’da kırmızı ışıkta geçen bir şoföre nedenini geçtiğini sordum. İki soruyla bana yanıt verdi: “Kural mı var?” ve “Bu caddede kimse kırmızı ışıkta durmuyor zaten.” Ne yanıt versem bilemedim böyle bir cevaba karşılık olarak…

Söğütözü-Çiğdem Mah. arasında çalışan belediye ring otobüsü, Çukurambar’da trafik ışığına yaklaşmasına rağmen yavaşlamayınca ve de o sırada kırmızı ışık yanınca ve de önümüzdeki araç durunca hızlıca fren yapmak zorunda kaldı. Hepimiz öyle bir savrulduk ki… otobüsteki bir kadın ameliyatlı olduğu dizinden yaralandı. Şoförden yaralıya yardımcı olabilmek için durmasını rica ettik, ama durmadı. Yanlış okumadınız, otobüste kadın yaralandı ve şoför tüm uyarılara rağmen durmadı…

Bunun yanında, bir de “çabuk binin, çabuk binin” söylemi var, benim Türkiye’nin ve dünyanın başka hiçbir kentinde tanık olmadığım. Bizim Ankaralı şoförlerimizin benim 22 yıldır çözemediğim bir acelesi var. Bu acele bazen bizlere acı faturalar ödetiyor ne yazık ki. Bir komşum, Balgat dolmuşundan inerken şoför kendisi tam inmeden hareket ettiği için yere düştü ve iki kolu birden kırıldı… Tabii o kargaşada plaka numarasını alamadığı için suçlu şoförü şikayet de edemedi.

Bir de güzergah değiştirme meselesi var. Toplu ulaşım şoförleri keyiflerine göre güzergah değiştiriyorlar. Son durağa biraz yaklaştılarsa eğer, en kısa yoldan son durağa ulaşmaya çalışıyorlar. Üç açıdan güzergah değiştirme meselesi bence sorunlu: 1)Belirlenen bir güzergah var ve şoför kafasına göre bunu ihlal ediyor. Kuralları ihlal etme bir süre sonra alışkanlığa dönüşüyor. 2)O güzergahta yolda bekleyen yolcular varsa, toplu ulaşım aracına binemiyorlar. 3)Otobüste/dolmuşta duyma engelli ya da duyma güçlüğü çeken birisi varsa o şoförün sorusunu anlayamıyor ve gideceği yeri kaçırmış oluyor.

Ama haklarını yemeyeyim, bizim özel halk otobüslerimizde kablosuz internet imkanı var… Trajikomik… Bizim can güvenliğimizi hiçe sayan araçlarda kablolu internet keyfi sürecekmişisiz. Medenileşmenin ruhunu anlamadan şeklini taklit etmek böyle birşey olsa gerek.

Bence Büyükşehir Belediyesi’nin önceliklerinden biri, Mesleki Yeterlilikler Kurumu’yla ve Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanlığı’yla işbirliği yaparak toplu ulaşım şoförlerinin seçiminde uyulması gereken kriterleri belirlemek olmalıdır. Hem belli bir eğitim düzeyi şart koşulmalı, hem şoför adaylarına psikolojik testler yapılmalı hem de belli aralıklarla tüm şoförler eğitimlerden geçirilmelidir ki ne kadar önemli ve hayati bir görev yaptıklarını hep hatırlasınlar.

Ayrıca, dünyanın hiçbir medeni kentinde olmayan dolmuşlar trafikten mutlaka kaldırılmalı. Her istediği yerde yolcu alan, indiren, trafik kurallarını gönlünce ihlal eden, istediği gibi güzergah değiştiren ulaşım araçları, hiçbir medeni kentte olamaz. Dolmuş şoförlerinin mağdur olmaması için Ankara Minibüsçüler Esnaf Odası ve Belediye ortak projeler geliştirebilir. Mevcut durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine hiç yakışmıyor. Sayın Başkan, durumun vehametini anlamak için Güvenpark dolmuş duraklarını ziyaret etmenizi, sizin ve yakınlarınızın farklı güzergahlarda bu ulaşım araçlarını kullanarak bizleri anlamaya çalışmanızı ümit ederim.

Bir de bir kentin toplu ulaşımla ilgili bir sistemi olur. Hem belediye otobüsleri hem halk otobüsleri hem midibüsler hem de dolmuşların olduğu kaotik düzenleme, kalite için rekabeti değil, kalitesizlikte rekabeti beraberinde getiriyor. Ulaşımın diğer medeni kentlerde olduğu gibi belediyenin kontrolünde olması en mantıklısı.

Bir de ceza mekanizması etkili hale getirilmeli. Kural ihlallerinde zaman zaman ilgili birimlere şikayet ediyorum. “İlgili şoför uyarıldı” yanıtı geliyor hep. Uyarılar sonuç verseydi ne iyi olurdu  gerçekten, ancak vermiyor ve aynı sorunlar tekerrür ediyor. Kuralları ihlal edenlere yönelik olarak etkili bir ceza sistemi oluşturulmadan toplu ulaşımı medenileştirmek olanaksızdır.

Bir de Türkiye’de İzmit ve İstanbul gibi kentlerde yıllar öncesinde özel halk otobüslerinde kartlı sisteme geçilmiş olmasına rağmen 2019’da Ankara’da hala bu araçlara para verilmesi inanılır gibi değil…

Ayrıca duraklarımızın hal-i pürmelalimizden bahsetmem gerekiyor izninizle. Durakların bir kısmında oradan hangi otobüslerin geçtiği yazıyor. Ancak hangi gün kaç dakika arayla geldikleri konusunda bilgi çok azında var. Tüm otobüs duraklarına hangi otobüslerin o durakta durduğu ve hangi sıklıkla geldikleri bilgisi kolayca eklenebilir diye düşünüyorum. Elektronik ekran çok iyi olur, ancak şart değil, en önemlisi bu bilgilerin bir şekilde durakta yer alması. A4 kağıdına alınacak çıktı da olur.

Ayrıca duraklarla ilgili bir konu da bazı durakların düzenli olarak kaldırılması, sonra ancak şikayet ettiğimizde yeniden yerine konması. Örneğin Eskişehir Yolu’nda Mövenpick Otel’in önündeki durak nedendir bilinmez birkaç yıl önce yerinden kaldırılmıştı. Sonra kondu. Geçenlerde yine kaldırıldı. Bir daha ne zaman durağımıza kavuşuruz, bilemiyoruz ama özlem içinde bekliyoruz.

Dünyada toplu ulaşımın standartlara kavuşturulması anlamında farklı kıtalarda çok iyi örnekler var. Yaptığı işin öneminin farkında olan, trafik kurallarına uyan, yolcularla medeni iletişim geliştiren şoförlere sahip kentler var. Bence Ankara büyükşehir belediyesi, dünya şehirleriyle işbirliği yaparken önceliklerinden bir tanesi, ulaşım konusu olmalı. Duygusal nedenlerle diğer dünya kentleriyle işbirliği geliştirmek yerine ulaşım sorununu çözmüş kentlerle işbirliği yapıp Ankara’nın toplu ulaşımının kalitesini evrensel standartlara yükseltmek, belediyenin boynunun borcudur. Tokyo, Berlin, Londra ve Belgrad, medeni toplu ulaşıma ve saygılı şoförlere sahipse Ankara neden başaramasın? Mesele, önce sorunun olduğunu kabul edip daha sonra evrensel standartlarda çözüm bulmak.

Yerel seçimlerin hayati bir mesele olduğu konusunda bir de altyapı sorunları açısından hemfikirim. Örnek olarak kaldırımlardaki ve yollardaki çukurları verebilirim. Gece vakti kaldırımda yürüyorsunuz. Sokak ışığı yeterli değil ya da bir an önünüze bakmadınız, bir çukura düşmeniz an meselesi olabilir. Her mahallede her sokakta çukurlar hayatımızın parçası.

Çok acayip şeyler oluyor kaldırımlarımızda. Örneğin benim mahallemde yakın zamana kadar kaldırımlar çukurlarla doluydu. Belediyeye bildirmemize rağmen o çukurlar orada yıllar boyunca durdu. Sonra ne oldu biliyor musunuz? İlçe belediyemiz o çukurlara dokunmazken bizim evimizin önündeki sapasağlam kaldırımı söktü, yerine asfalt döktü… Çok alemdi… Gözlerime inanamadım uzunca süre… Neyse ki iyi haber, civardaki çukurlar yıllarca beklendikten sonra seçim öncesi kapatıldı.

Sayın Başkan, Ankaralılar olarak bence başka bir derdimiz, boş zamanlarda gideceğimiz bizi doğayla bütünleştirecek parkların ve ormanların çok az olması ve giderek daha da azalması. Şöyle düşünelim, sabahtan akşama boş bir gününüz var, Ankara’da nasıl geçirirsiniz? Klasik Ankara yanıtı, AVM’ye gitmek oluyor artık. Denizi olmayan ve nehri olmayan zaten dezavantajlı bir kent Ankara. Tüm bunların yanında onyıllar içinde binbir emekle yetiştirilmiş ağaçlar da kesilince hepten çorak kaldı Ankara. Dünyada medeni kentlerin ortak özelliği kolayca ulaşabileceğiniz devasa parklarıdır. Tokyo’daki Ueno Park’tan tutun Berlin’deki Tiergarten ve Londra’daki Hyde Park’a kadar o kadar çok örnek var ki…

Oysa Ankara son onyıllardan bu yana doğayı değil betonu ön plana çıkardı. Ankara’yı en kısaca nasıl özetleyebilirim diye düşündüğümde aklıma şu kavramlar geliyor: “Beton Ankara”, “İnşaatlar Ankarası”, “Ankara ve AVM’leri”…

Dolayısıyla benim sizden en büyük beklentilerimden biri bu şehirdeki hiçbir ağacın kesilmemesi, hiçbir kırçiçeğinin dahi koparılmaması ve Ankara’nın daha da fazla betonlaşmaması…

Ama bir inşaat var ki bahsetmesem olmaz. 22 yıldır buradayım, benle birlikte o da hala burada. Armada karşısındaki inşaat ben 1997’de geldiğimde sürmekteydi. Sonra devasa kaba inşaat büyük ölçüde tamamlanmıştı ki, gerekli izinlerin alınmadığı anlaşılmış, yıkıldı, aylarca yıkım sürdü. Şimdi orada başka bir inşaat devam ediyor. Sanki onca yıl geçmemiş gibi. Hala inşaat aynı mekanda. Bazen zaman hissimi kaybediyorum oradan geçerken. Sanki onca zaman hiç geçmemiş gibi. 22 yıl boyunca aynı inşaat manzarası… Dile kolay…

Konudan konuya atladığım için kusura bakmayın. Ankara’nın inşaatlarını seyrederken bana en tuhaf gelen şeylerden biri de güpegündüz yanan sokak lambalarıdır. Çukurambar’da, Eskişehir Yolu’nda ve Söğütözü’nde zaman zaman gündüz vakti sokak lambaları yanıyor. Birkaç kez arayıp haber verdim. Enerjisa’dan gelen yanıt “bakım çalışmaları” oldu! Hiç anlayamadım, bakım çalışması nedeniyle gündüz vakti saatlerce neden sokak lambaları yanar? Göz göre göre neden cebimizden çıkan vergiler bunun için harcanır? İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik zorluklar hepimizin malumu. Umarım başkanlığınız sürecinde bu ve benzeri israflardan kaçınılır.

Bir de başkanlık döneminizden en büyük beklentim, kötü sürprizlerin olmaması. Bir örnek verebilirim. Yaklaşık üç sene kadar önce mahallemizdeki arasokaklardan biri olan 1553. Cadde’nin anayol olan 1549. Cadde’yle birleştiği kısımda bir bina inşaatı başladı. Ben ilk gördüğümde gözlerime inanamadım. Yolun ortasında nasıl inşaat olabilirdi. Muhtara başvurduk, ilgileneceklerini söyledi. Hiçbirşey olmadı. İnşaat devam etti. Bina bitti, şimdi boş bekliyor. Olan biz mahalle halkına oldu. Anacaddeye geçiş kapanınca öğrenci servisleri dahil tüm araçlar yokuş olan 1552. Cadde’yi kullanmak zorunda kaldı. Karlı/buzlu havalarda bu yol büyük risk teşkil ediyor. Bu kadarla kalmadı, malum binanın giriş katına bir kafe açıldı ve o kafe eski yoldan kalan kaldırımı otopark olarak kullanmaya başladı! Anacaddeye diğer tüm geçişler nispeten uzakta kaldığı için çoluk çocuk yaşlı demeden tüm mahale sakinleri araçların arasından geçip anayola ulaşmaya çalışıyor!

Yollar demişken Ankara’da en çok özlem duyduğum şeylerden birinin de trafiksiz, sadece yayalara ait caddeler olduğunu ifade etmek isterim. Bahçeli 7. Cadde ve de Tunalı Hilmi Caddesi örneğin, trafikten arındırılsa ve yaya bölgesi yapılsa… Ne muhteşem olur…

Bir de Sayın Başkan, Ankara’da musluktan su içmeye hasretiz bizler. Medeni tüm kentlerde musluk suyu içilir. Ankara’da yıllardan beri içemiyoruz. Gereken arıtma işlemi yapılsa ve bizler de musluktan doya doya su içebilsek kana kana… Ne iyi olur…

Bir ricam da söylemle ilgili. Tüm başkanlığınız döneminde, seçim kampanyası sürecinde olduğu gibi tüm insanlarla medeni bir iletişim kurmanızı çok önemsiyorum. Elbette zaman zaman sizi eleştiren gazeteciler, siyasetçiler ve de elbette vatandaşlar olacak. Hepsini, haksız yapıldığını düşündüğünüz eleştiriler de dahil, olgunlukla karşılamanızı ve hepsinden yapıcı çözümler ortaya koymak ve ortak akla ulaşmak için yararlanmanızı umut ederim.

Hem söyleminizde hem de politikalarınızda kadın-erkek eşitliğine önem vermenizi ve vurgu yapmanızı beklerim bir de. Konuşmalarınızda eril bir dil kullanmamanızı, her iki toplumsal cinsiyete de saygılı ve eşit yaklaşmanızı beklerim. Söylem önemli, ancak yeterli değil. Cinsiyet eşitliğinin politikalarınıza da yansımasını beklerim. Toplumun yarısı kadınlardan oluşuyorken ve kentimizde de eğitimli kadınların sayısı hiç azımsanmayacak orana sahipken Büyükşehir belediyesi teşkilat şemasında tüm müdürlerin erkek olmasını yadırgamak hakkımız diye düşünüyorum. Belediye yönetiminde kadınların eşitlik temelinde yer almasını beklerim. Aynı zamanda kentin her köşesinde belediye hizmetlerinde daha fazla kadın çalışan görmeyi beklerim. Adana’nın ve Edirne’nin kadın şoförleri var yıllardan beri. Ankara’nın da mutlaka olmalı tez zamanda.

Sayın Başkan, aynı zamanda terör saldırılarında katledilen insanlarımızı hatırlamanızı ve hatırlatmanızı beklerim. 3 büyük terör saldırısı ve darbe girişimi sırasında ve sonrasında korkunç travmalar yaşadık. 10 Ekim 2015 tren garı saldırısında 103 insanımızı, 17 Şubat 2016 Merasim Sokak saldırısında 28 insanımızı, 13 Mart 2016 Kızılay saldırısında 35 insanımızı, 15 Temmuz 2016’da darbe girişimi sırasında Ankara’da 146 vatandaşımızı kaybettik. Her bir saldırıda kaybettiğimiz insanların isimlerinin de olduğu heykeller yaptırmanızı beklerim.

Sayın Başkan, Ankara’da yaşayan bir yurttaş olarak size naçizane önerilerimi ve düşüncelerimi iletmeye çalıştım. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

 

Saygılarımla

 

* Akademisyen, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü.

Hayatının Baharında Bir Meslektaşımızı Kaybetmek…

Birgül Demirtaş

 

Bazı acılara insan inanmak istemiyor, onları kabullenmeyi vicdanımız reddediyor.

 

Ceren Damar Şenel’le ne yazık ki tanışma imkanım olmadı. Ama yaşanan katliamın ardından kendisiyle ilgili okuduklarım yüreğimdeki acıyı daha arttırdı.

 

Kaleme almaya çalıştığım bu yazıda nasıl olup da Ankara’nın merkezinde, gözlerimizin önünde böyle bir katliamın yaşandığını benim perspektifimden değerlendirmeye ve yine benim gözümle çözümler önermeye çalışacağım.

 

İddiam odur ki toplumsal olarak yaşadığımız en büyük sorun şiddettir. Aile içinde çocuğa ve kadına şiddet, okulda öğrenciye ve öğretmene şiddet, hastanede doktorlar başta olmak üzere sağlık görevlilerine şiddet ve şimdi de üniversitede şiddet… Tüm istatistikler bireysel silahlanmanın ve toplumsal şiddetin ne kadar arttığını gösteriyor. Ankara’da şehir merkezinde silah satan yerlerin sayısında ciddi bir artış var. Umut Vakfi’nın araştırmasına göre 2015-2018 arası bireysel silahlı olaylar % 61 oranında arttı. (http://www.umut.org.tr/umut-vakfi-turkiye-silahli-siddet-haritasi-20172/) Kadına yönelik ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olayları da ne yazık ki son yıllarda olağanüstü bir şekilde arttı.

 

Burada iki önemli soru olduğunu düşünüyorum: 1)Neden şiddet olayları artıyor? 2)Şiddet olaylarını nasıl önleyebiliriz?

 

Elbette ki psikologların, sosyologların, siyaset bilimcilerin, iktisatçıların ve diğer sosyal bilim çalışanlarının bu sorulara farklı yanıtları olabilir.

 

Benim kaleme aldığım naçizane deneme, kendi  tecrübe ve gözlerime dayanıyor.

 

Bence en temeldeki sorun bebeklik ve çocukluk dönemine kadar uzanıyor. Barış Çalışmaları’nın vurguladığı gibi şiddetin ve çatışmaların kökenindeki önemli unsurlardan biri özellikle erkek çocukların yetiştirilme şekli ve onlara alınan oyuncaklar… Çocuklara oyuncak silah almak, onların evde ve sokakta birbirleriyle savaşmalarını, birbirlerini öldürmeyi içeren oyunlar oynamalarını seyretmek aslında bu çocukların psikolojisinde şiddeti daha o küçük yaşlardan itibaren normalleştiriyor.

 

Öte yandan, bunu engellemeye çalışmak, oyuncak silahların bu kadar yaygın olduğu bir toplumda çok zor, bunun da farkındayım. Bir erkek çocuğu annesi olarak, ben oğluma oyuncak silah almayı reddettim. Ama siz ne kadar karşı çıksanız da çocuk sokağa çıkınca tüm arkadaşlarının elinde silah görünce oyuna katılabilmek için sokaktan bir ağaç dalı alıp onu silah yapabiliyor ya da bir arkadaşı evdeki fazla silahlardan birini kaşla göz arasında oğlunuza verebiliyor… Bu konuda zorlandığım ve çaresiz kaldığımı hissettiğim zamanlar oldu. Ama en azından oyuncak silahla oynama meselesini en düşük orana indirebildim.

 

Çocuklar biraz daha büyüyünce daha büyük bir tehlike giriyor hayatlarımıza. Bilgisayarda savaş oyunları, üstelik üç boyutlu… Çocuklar oyunda düşman belledikleri insanları acımasızca öldürüyorlar, üstelik hep birlikte. Çünkü bu tip oyunların çoğu çocukların beraber oynamasını sağlıyor, üstelik sürekli birbirleriyle bilgisayarda konuşarak. Organize bir kötülüğü oyun olarak, ama gerçek gibi beraberce yaşıyorlar… Bu devirde anne-baba olmak gerçekten çok zor. Ben bu tip oyunları tamamen engelleyebilmek için uğraşmama rağmen, gelebildiğimiz noktada ancak en aza indirgeyebildim. Üç boyutlu olanları ve çocukların birlikte savaştıkları oyunları güç bela engelleyebildim…

 

Çocuklukta yaşanan “şiddet” dolu oyuncakların ve sanal oyunların yanısıra bir başka temel mesele de insanların genel olarak kurallara uymada daha isteksiz davranmaları. Uzun söze ve fazla örneğe gerek yok. Trafiğe çıktığımızda yaşadıklarımızı hatırlamamız yeterli. Kırmızı ışığı dikkate almayan şoförler ve yayalar, hız kurallarına ve sigara yasağına uymayan toplu ulaşım şoförleri ve daha neler… Bir dolmuş şoförüne neden kırmızı ışıkta geçtiğini sordum. İki şey söyledi: İlk olarak “Kural mı var?” sorusunu yöneltti. İkinci olarak da “Bu yolda hiçkimse kırmızı ışıkta durmuyor zaten” dedi. “Kimse uymasa da siz uyun, yoksa her an kazaya sebep olabilirsiniz.” diyebildim sadece…

 

Bir başka anekdotum, Ankara’da 339 nolu hatta çalışan bir halk otobüsü şoföründen. Otobüs seyir halindeyken sigara içmeye başladı. Yanına gidip sadece kendisinin duyabileceği şekilde “Sigara içmek yasak değil mi kaptan?” diye sordum. Avazının çıktığı kadar bana bağırmaya başladı… Kötülüğe karşı ne yapılacağını insan bazen bilemiyor gerçekten…

 

 

Elbette ki tüm bu sorunların besleyen temel konu bir türlü sorunlarını kapsamlı olarak çözemediğimiz eğitim meselesi. Gerçekten onca yıl süren eğitim hayatı, öğrencilere hukuk kurallarına ve toplumsal etik kurallara uymayı öğretemiyorsa binlerce sayfa fizik, kimya, tarih, dil bilgisi, coğrafya öğretse neye yarar? Eğitim sistemimizle ilgili hala ciddi sorunlarımız olduğunu biliyoruz, tecrübe ediyoruz ve uluslararası sınavlardaki düşük sonuçlarla da kanıtlandığını görüyoruz. Eğer bir öğrenciye insanlararası ilişkilerde nezaketi ve hukuk kurallarına saygı göstermeyi okul sıralarında öğretemiyorsak eğitim sistemini yeni baştan düşünmemiz gerekiyor demektir.

 

Birinci sınıfta daha zar zor okuma yazmayı öğrenmişken test çözmeye alıştırılmaya çalışılan çocuklarımızın çoğu, ne okumanın keyfini çıkartabiliyor, ne öğrendiklerini düşünüp sorgulayabiliyor… Varsa yoksa sınavlar… Önce liseye geçiş sınavı hengamesi, ardından üniversiteye giriş sınavı… Sınavlara endeksli, okumaktan ve düşünmekten keyif almaktan giderek uzaklaşan eğitim serüvenimiz… İnsani değerleri yeterince öğretemediğimiz çocuklarımız…

 

“Meslek lisesi-memleket meselesi” sloganına rağmen gençlerin çoğunluğu hala geleceklerini üniversitede görüyor…

 

Öte yandan, üniversitelerin niceliksel artışı niteliksel artıştan çok daha yüksek olduğu için iğneyi kendimize batırmamız için pekçok neden ortaya çıkıyor.

 

Eğitim konusunda üniversitelerin yapacağı gerçekten daha çok şey var.  Bu sene, üniversitede ders vermeye başlamamın 15. yılı. Bu süreç zarfında iki vakıf üniversitesinde tam zamanlı çalışma deneyimim oldu, bir devlet ve bir vakıf üniversitesinde de yarı zamanlı ders verdim.

 

15 yılda benim izlenimim odur ki hem lisans hem de lisansüstü öğrenci seviyesinde geriye gidiş yaşandı. Herzaman dersten başarılı ve başarısız olan öğrenciler elbette vardı. İlk yıllarımda dersten başarısız olan öğrenciler maddi hata dilekçesi verir, sınav kağıtlarını görmeye gelir, bazen de e-posta mesajıyla “pazarlık” yapmaya çalışırlardı. Ben herzaman öğrencilerime adil olmak zorunda olduğumu vurguladım ve “pazarlık” çabalarının sonuç vermesinin mümkün olmadığını anlattım.

 

Ancak son yıllarda durum değişmeye başladı. Hocanın ofisine gelip pazarlık yapmaya çalışan öğrenciler çıkmaya başladı. Bir de “hesap sorma” olarak adlandırabileceğim şeyler yaşanmaya başladı. Örneğin dönem boyunca derse hiç gelmeyen ya da sadece 1-2 kez gelen öğrenciler ofise gelip “Hocam nasıl olur da ben dersinizden kalırım?” diye size hesap sormaya başladı… Ya da kişisel nedenlerini öne sürüp sizin quiz ve sınav tarihlerini değiştirmenizi isteyen bir öğrenci profili ortaya çıktı. Bir başka hiç unutamadığım olay da okuldaki başarısızlığından dolayı ebeveynlerine yalan söylediğini belirten bir  öğrenci, velisi beni ararsa bana doğruları söylememem ricasında bulunmaya cüret edebildi! Bir başka vaka, bir kurumun bursuna başvurmak isteyen öğrencim, şartları sağlamadığını, ama yine de başvurmak istediğini, benim ne düşündüğümü sordu…

 

Vardığımız noktada, öğrenmenin zorlu yollarında ter dökmeden, kütüphanede kitap karıştırmadan, okumadan, yazmadan, ödev yapmadan bölümden mezun olmayı hedefleyen, tek amacı diploma almak olan bir öğrenci tipolojisiyle karşı karşıyayız.

 

Elbette bu vakalar azınlık… Öğrencilerin büyük çoğunluğu kurallara saygılı ve etik kurallara değer veriyor. Ama öğrenci ciddiyetiyle bağdaşmayan vakaların sayısı artmaya başladı. En azından benim gözlemim bu yönde…

 

Geldiğimiz noktada okumayı yazmayı hiç sevmeyen, yabancı dil öğrenmeye hiç ilgi duymayan bazı öğrenciler sosyal bilimler bölümlerine giriyor. Girdikten sonra da mezun olmayı hakettiklerini düşünebiliyor…

 

Hem devlet hem de vakıf üniversitelerinin öğrenci kalitesini arttırmak için yapmaları gerekenler var. Vakıf üniversitelerindeki sadece Tıp, hukuk ve mühendislik fakülteleri için YÖK’ün getirdiği minimum başarı sıralaması koşulu, diğer bölümler için de getirilmeli. Açık öğretimi zor kazanacak öğrencilerin, kendilerine çok ağır gelecek programlara girmelerinin önüne geçilmeli. Temel matematik bilmeyen bir öğrenci İktisat bölümünde, okumayı ve yabancı dili sevmeyen bir öğrenci Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde nasıl başarılı olabilir?

 

Bir de kontenjan meselesi mutlaka yeniden ele alınmalı. Amaç mümkün olduğu kadar fazla öğrencinin üniversiteye girmesi değil, hakeden ve başarılı olabilecek öğrencilerin fakültelere girmesi olmalı. Üniversitelerin başarı sıralaması olarak da kontenjanları doldurup doldurmamalarına bakılması meselesi ciddi bir şekilde tartışılmalı. Amaç sadece kontenjanları mümkün olduğunca arttırıp hepsini doldurmak olunca nitelikten büyük tavizler verildiği hatırlanmalı.

 

Ceren’in acısı yüreklerimizi dağlarken, benzer olayları engellemek için toplumsal şiddetin farklı boyutlarını tekrar düşünmek ve sorgulamak zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Değerli mezun öğrencimiz Levent Şenel’in belirttiği gibi öncelikle “iyi bir insan” olmayı çocuklarımıza ve öğrencilerimize öğretmeliyiz. Ve yine Levent’in belirttiği gibi “Bu olayla da inşallah bu ülkede eğitim sistemindeki bazı yanlışlıklar ve pekçok konuda bir duyarlılık, farkındalık oluşacak.” Bizler de artık iğneyi kendimize batırmaya başlamalıyız. Duyarlılığın ve farkındalığın oluşmasına hem verdiğimiz derslerle hem de yayınlarımızla katkıda bulunma sorumluluğunu hissetmeye başlayarak… Uluslararası İlişkiler disiplininin kuruluşunun 100. yılında asıl sorumluluğumuzun barışı inşa etmek olduğunu hatırlayarak…

 

 

 

Almanya’nın Tarihi Seçimi ve Meydan Okumalar

Birgül Demirtaş

Prof. Dr., TOBB ETÜ, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Almanya’da 24 Eylül’de gerçekleştirilen parlamento seçimleri, sonuçları itibariyle sıradan bir seçim olmanın ötesine geçti ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman tarihinde yeni bir sayfa açtı. Alman basınındaki bazı yorumlara göre “Yeni Almanya” ortaya çıkmaktaydı, hatta seçim gününe “Siyah Pazar” diyenler de mevcuttu.

Her ne kadar Angela Merkel’in başında olduğu Hıristiyan Birlik partileri birinci olsa da, bu partiler önceki seçimlere oranla ciddi bir kayıp almıştı. Daha da önemlisi, Alman siyasal sisteminde merkezi temsil eden Hıristiyan Birlik partileri CDU-CSU ve sosyal demokrat SPD,  2013 seçimlerine göre % 14 oy kaybetmiş ve toplamda ancak % 53,5 oy oranına ulaşmıştı. Bunun anlamı, Alman seçmenlerin yarısının artık merkez dışı partilere oy vermesidir.

Merkez partilerin kaybettiği oy oranlarının hatırı sayılır bir kısmının, aşırı sağ Almanya İçin Alternatif (AfD) Partisi’ne ulaştığı anlaşılıyor. AfD, 2013’te % 4,7’de kalan oy oranını % 12,6’ya çıkartarak, federal parlamentoda en güçlü üçüncü büyük parti olmayı başardı.

11 Eylül saldırılarıyla başlayan ve daha sonra Arap Baharı olarak başlayıp Orta Doğu ülkelerinde büyük istikrarsızlığa yol açan gelişmeler küresel siyasette önemli kırılmalara yol açtı: Artık hegemon konumuna sahip olsalar da dünyanın en güçlü devletleri, dünya politikasındaki gelişmeleri kendi kontrolleri altına alamıyordu. Ortaya çıkan küresel terör örgütleri, küresel gelir dağılımı eşitsizliği, büyük insani trajedilere yol açan müdahaleler ve ulus-devlet sistemini aşan ideolojileriyle kendilerine militanlar devşirerek, varoluşsal güvenlik sorunlarına yol açtı. Küresel sistemin sarsıldığı, ama yerine yeni sistemin kurulamadığı böyle bir ortamda “geleneksel” politikalarını devam ettiren merkez partiler, eski hakim konumlarını kaybetmeye, yerlerini çevredeki, kimi aşırı uçta olan, partilere bırakmaya başladılar. Kamuoyları bu yeni küresel dengesizlik ortamında yeni şeyler duymak isterken, merkez partiler bu ihtiyaca cevap verememeye başladı.

Yunanistan’da Syriza’nın, Fransa’da Yürüyüş hareketi’nin geleneksel partilere karşı kazandığı zaferler, bu durumun bir tezahürü olarak nitelenebilir. Almanya’daki seçimler de küresel sistemde ortaya çıkan yeni aktörlerin neden olduğu tehditlerin Avrupa’nın kalbindeki yansıması olarak değerlendirilebilir.

Hollanda’dan Fransa’ya, İngiltere’den Bulgaristan’a kadar ırkçı partiler, seçimlerde yıllardır başarı kazanırken AfD’nin başarısı neden bu kadar yankı yarattı? Bunun temel nedeni AfD’nin söylemlerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra inşa edilen Alman ulusal kimliğini sorgulamaya başlaması. Alman kimliği, savaştan sonra şu unsurlar üzerinde şekillendi: 1)Hitler döneminin “öteki”leştirilmesi ve tekrarının engellenmesi, 2)uzlaşıya dayalı iç politika ve barışa dayalı dış politika, 3)sosyal piyasa ekonomisi, 3)Avrupa entegrasyonu.

AfD’nin söylemi, bu ilkelerden bazılarını sorgulama üzerine kurgulandı. Özellikle Hitler dönemiyle ilgili farklı bir tarih okuması yapılarak Alman anaakım siyasetine ve geleneksel Alman kimliğine adeta meydan okundu. Merkez partilerin Hitler dönemiyle “suç kültü” oluşturduğu iddia edilerek, içeriği tam net açıklanmasa da Hitler döneminin farklı bir okuması yapılmaya başlandı. Örneğin Holocaust anıtlarının varlığı sorgulandı, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman askerlerinin başarıları olduğu iddia edilebildi. Nasyonal sosyalizm dönemiyle ilgili Alman siyasetçilerin şı-u ana kadar “dar” bir yorum yaptıkları iddia edilerek, bunun genişletilmesi istendi. Üstelik tüm bu söylemi ortaya koyarken Hitler dönemiyle ilgili “pozitif” buldukları unsurları açıkça dile getirmeyerek, bahsettikleri “geniş” yorumun ne olduğu konusunu muğlak bırakmayı tercih etti AfD liderliği.

Bunlara ilaveten, AfD yönetimi, 2015’te başlayan büyük göç dalgasında Almanya’ya gelen yaklaşık 1,5 milyon göçmeni, “güvenlik meselesi” olarak ortaya koymaya çalıştı ve tüm popülist politikacıların yaptığı gibi göç olgusunu, komplo teorilerini de kullanarak güvenlikleştirdi. Uluslararası hukuk kuralları ve normları bir yana bırakılarak göçmenlerin varlıklarıyla Almanya’nın ekonomik gücüne ve kültürel kimliğine tehdit oldukları iddia edildi. Böyle bir ortamda, Almanya’da IŞİD’in üstlendiği terör saldırıları da halktaki güvenlik endişelerini daha da arttırdı.

Özetle, küresel sistemdeki belirsizlik ve bu durumun yereldeki yansımaları, halkta güvenlik endişeleri yarattı. Alman halkının bu yöndeki kaygılarını, CDU-CSU ve SPD’nin yeterince algılayamadığı anlaşılıyor. CDU-CSU “iyi yaşamak” üzerine, SPD ise “adalet” kavramı üzerine seçim kampanyalarını oluşturdu.

AfD ise “güvenlik” konusunu en çok vurgulayan parti oldu, sonuçta da geçen seçimlerle kıyaslandığında destek oranını en fazla arttıran parti oldu. Üstelik bu zaferi, Merkel’in başbakanlığı döneminde Alman ekonomisinin ciddi oranda büyümesine ve de işsizliğin rekor oranda düşmesine rağmen başardı.

Ekonomik kalkınmanın olduğu, halkın gelir seviyesinin yükseldiği ve gelir dağılımının nispeten adil olduğu Almanya gibi bir ülkede bile, aşırı sağcı ve ırkçı bir partinin tarihi zafer elde etmesini not etmek gerekiyor. Marjinal partilerin çıkış nedenleri olarak sadece ekonomiyi değil, halkın “güvenlik” kaygılarını, “kimlik” endişelerini de dikkate almak gerektiğini Almanya örneği gösteriyor.

Seçim sonrası yeni dönemde Almanya’nın çözmek zorunda kalacağı başlıca meydan okumalar nelerdir?  İlk olarak, AfD’nin yukarıda bahsedilen Nazi geçmişi okuması, Almanya’daki anaakım yaklaşımla taban tabana zıttır. Yeni dönemde geçmiş tartışmalarının hiç olmadığı kadar gündeme gelmesini bekleyebiliyoruz. İkincisi, Avrupa’da popülist ve aşırı sağ akımlara karşı şu ana kadar direnebilmiş son kale yıkılmıştır. Artık Alman siyasiler de bir yandan Trump ve Putin gibi diğer ülkelerdeki popülist liderlere karşı “çevre”, “barışçı dış politika”, “demokratikleşme” değerlerini savunurken; aynı mücadeleyi içeride de vermek durumundadırlar.

Bunun yanında, Almanya’daki siyasi gündem, şimdiden ortaya çıkan işaretler de göstermektedir ki AfD’nin zaferinden etkilenecektir. Merkel, seçimlerden sonra yaptığı açıklamada kaybettikleri seçmenleri geri kazanmaktan bahsetmiş, Bavyeralı ortağı CSU’nun önde gelen siyasetçileri sağdaki boşluğu kapatmayı vurgulamış, hatta SPD bile güvenliği daha çok vurgulamak gerektiğinin altını çizmiştir.

Burada, dikkat edilmesi gereken nokta, ırkçılığın ve faşizmin, yapısal ve aktörsel nedenleri üzerine düşünmek gerekliliğidir. Aşırı sağ partiler geçmişte de günümüzde de farklı ülkelerde ortaya çıkmıştır. Nazi dönemi dolayısıyla tüm Alman tarihini ötekileştirmek ve ırkçılığın nedenlerini “gen”lerde aramak, bilimsel bir yaklaşım tarzı değildir.

Alman siyasetinin yeni dönemi, yukarıda bahsedilen meydan okumalara nasıl karşılık verileceğini gösterecek. Bir de şu soru gündemde olacak: Artık Federal Meclis’te temsil edilmeyi başarmış AfD, destek oranını arttırmak için, Alman ulusal kimliğinin kurucu unsurlarını sorgulamayı bırakıp, normal bir sağ partiye dönüşecek mi, yoksa kutuplaştırma siyasetine devam edip safları sıklaştırmaya mı çalışacak? CDU-CSU ve SPD’nin temsil ettiği merkez partiler, AfD’ye karşı mücadele ederken bunu uzlaşı sağlanan norm ve değerlerden taviz vermeden mi yapacaklar yoksa kaybettikleri oyları geri almak için popülist sloganlar ve daha sağ politikaları mı rehber edinecekler? Hangi senaryo gerçekleşirse gerçekleşsin Almanya’daki her durum başta diğer Avrupa ülkeleri olmak üzere küreselde de yansıma bulacak.